Lüksemburg’un Feodal Geçmişine Yolculuk yazımın ikinci ve son parçasında sevimli bir şatoyu bünyesinde barındıran Beaufort kasabasına doğru bir gezinti yapacağız. Şehre dönüş yolundaysa sizi Lüksemburg kırsalının yarattığı his ve düşüncelerle baş başa bırakacağım.

Lüksemburg’un feodal geçmişiyle ilgili ilk yazımı hala okumadıysanız Vianden hala keşfedilmeyi bekliyor!

Beaufort, güzel kale anlamına gelen ”bellus fortis” kelimelerinden türemiş. Beaufort şehri Lüksemburg’un Küçük İsviçre olarak anılan Mullerthall bölgesinde. Bu bölge yemyeşil ve tepelikli topografyası ve sahip olduğu doğal çeşitliliği açısından övgüyü hak ediyor. Beaufort, sahip olduğu iki şatoyla Küçük İsviçre’nin en önemli tarihi yerlerinden. Ortaçağ kalesi ve onun yanına inşa edilen Rönesans şatosu benim de uğradığım yerlerden oldu.

Beaufort

Beaufort’un orta çağ kalesinin yapım tarihi 1150 olarak söylense de uzmanlarca yapılan son araştırmalar, en eski burçların 9. Yüzyıla kadar dayandığına dair düşünceler oluşturmuş. Kale, Ortaçağ Avrupa’sının büyük bir tanığı olmuş. Kaleden çıkan soylu aile çocuklarının kimi Haçlı Seferleri’yle Doğu coğrafyasına yol almış, kimi soylu çocuklarıysa keşişlik veya rahiplik yapmış. 16. Yüzyılda Avrupa’da yavaş yavaş yayılan para ekonomisi, feodal lortların sahip olduğu güçlerini zaman içinde yitirmeleriyle sonuçlanmış. Değişen üretim tarzı ve feodalizmin çöküşü, eski feodal lortlardan bazılarının ticaret kervanlarına saldırmasına zemin hazırlamış. Kalenin en son feodal lordu Gaspard II de Heu da 1593’teki idamına kadar haydut şövalyelerden birisi olmuş. Onun ölümünden sonra kale ve kapladığı alan, İspanyol Habsburgluların Lüksemburg valisi Jean Baron de Beck tarafından satın alınmış.

Baron de Beck, Beaufort’un eski kalesinin yanına yeni bir şato inşa ettirmek istemiş ve bu yapının yapımına 30 yıl savaşlarının son yıllarında, 1645’te başlanmış. Konut olarak kullanılacak olan şatonun yapımından sonra Orta çağ kalesi yeni sahiplerinin nazarında değerini yitirmiş ve 18. Yüzyıldan itibaren kaderine terk edilmiş. 1920 yılında eski kale yaklaşık 300 yıllık uykusundan uyanmış ve büyük bir bakıma girmiş. Restorasyondan sonra yaklaşık 900 yıllık kale 1932 yılında halka açılmış. Eski kalenin yanındaki Rönesans şatosu 1981 yılında son ev sahibesi Anne Marie Linckels tarafından devlete bağışlanmış. 2012 yılında 95 yaşında hayata gözlerini yuman Bayan Linckels’ten bir sene sonra Rönesans şatosu da ziyaretçilere açılmış. Ev, son sahibesinin bıraktığı gibi muhafaza edilmiş, onun okuduğu kitaplar dergiler dahil her şey yerli yerinde son dönem soylu hayatını görmek isteyen ziyaretçileri bekliyor. Bayan Linckels ile ilgili duyduğum ve beni en çok şaşırtan şeyse, son yıllarına kadar alışverişini kendisi yaptığını, bahçede ve mutfakta yaverlerine yardımı hiç eksik etmediğini duymak olmuştu.

Şatolar dışında Lüksemburg kırsalları sizi masallara götürecek cinsten. Ekili arazilerden arta kalan yonca tarlalarına kocaman inekler tarafından kaplanmış. Şehirlerin arasını birbirine bağlayan tek şeritli yollar stresten uzak hayatların mümkün olabileceğinin apaçık bir göstergesi.

kırsalda scaled - Beaufort : Lüksemburg'un Feodal Geçmişine Yolculuk 2

Lüksemburg Kırsalından Kalanlar

Lüksemburg kırsalında kat ettiğim yollar ruhumu okşasa da beni aynı zamanda derin düşünceler içinde bıraktı. Büyük şehirlerde yaşamaya mecbur bırakılan, düşük kaliteli hayatlar yaşayan, köyünden kasabasından uzak betonlaşan Türk insanının nasıl o güzelim Anadolu’yu tekrar keşfedebileceğini kurguladım kafamda.

Lüksemburg, küçük bir ülke olması dolayısıyla hizmet sektörüne yoğunlaşmış. Bugün, ülke ekonomisinin yüzde 86’sını hizmet sektörü oluşturuyor ancak bu, ülkedeki ekilebilir tarım topraklarının boş bırakılması anlamına gelmiyor. Tarım, ülkenin ekonomisine çok düşük bir katkı yapsa dahi tarımsal alanlar ekili ve hayvancılık hala ciddi biçimde sürdürülüyor. Öyle ki, ağır sanayi ile teknoloji yoğun sanayi üretiminin dışında üretimin çok sınırlı olduğu ülke, süt üretiminin çoğunu kendisi karşılıyor.

Türkiye’de boş bırakılan topraklar ve köyden kente göç, hem şehirlerdeki yaşam masraflarını hem de gıda fiyatlarını yükseltiyor. Kırsalda boş ve kaderine bırakılan topraklar ile şehirde üst üste binen binalar, bugünün Türkiye’sinin apaçık bir gerçeği. Bir iktisatçı olarak sürdürülebilir kalkınma benim için en önemlisi. Gezilerimin arka planını da hep bu oluşturuyor. Gezdiğim ülkelerin ekonomisini nasıl sürdürdüğü ve nasıl yücelttiği benim için çok değerli. Küçük bir ülke olan Lüksemburg, Avrupa’nın kalbindeki konumu ve AB’nin üç başkentinden birisi olması nedeniyle kendine hizmet sektörünü seçmiş ve böylece zenginleşmiş. Biz de ülkemizin kendine has özelliklerini göz önüne alarak kendimize en uygun ekonomik kalkınma modelini seçmeliyiz ki refaha erişelim. Benim bu noktada gözüm hep Anadolu’da ve hayalim kaderine terk edilmiş Anadolu’nun üretimle şahlanmasında.

Bir gün değeri anlaşılan, ürettiğini tüketen, yeşile boyanmış ve refah içindeki Anadolu’dan yazma ümidiyle, hepinize güzel seyahatler…